Turgut Özal'ın ölmeden önceki son konuşması

Açıklama: Turgut Özal'ın ölmeden önce bir panelde yaptığı konuşma videosu, iki yıl önce Kanaltürk tarafından sansürlenerek yayınlandı. O son konuşmanın sansürsüz tam metnini ilk defa yayınlıyoruz.
Kategori: Güncel
Eklenme Tarihi: 19-Ekim-2012
Geçerli Tarih: 28-Mart-2024, 16:07
Site: www.fikriyet.com
URL: Bu konuya http://www.fikriyet.com/anasayfa/haber_detay.asp?haberID=748 adresinden bakabilirsiniz


Turgut Özal’ın ölmeden önce bir panelde yaptığı konuşma videosu, iki yıl önce Kanaltürk tarafından sansürlenerek yayınlandı. O konuşmanın sansürsüz tam metnini ilk defa yayınlıyoruz.

 

8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal bu konuşmayı, İslami Araştırmalar Dergisi’nin Ankara Hilton Oteli’nde 17 Mart 1993 tarihinde düzenlediği bir panelde yapıyor. Turgut Özal bir ay sonra 17 Nisan 1993 tarihinde vefat ediyor. Panelde Cengiz Çandar, Mehmet Aydın, Ethem Ruhi Fığlalı, Mehmet Said Hatipoğlu gibi isimler de var. Panel o tarihteki Milliyet, Cumhuriyet gibi basında da yer almış.

 

Turgut Özal panelde Süleyman Ateş gibi reforumcu bazı ilahiyat profesörlerine de sağlam bir İslam dersi veriyor..! İslam’ın değişime, reforuma ihtiyacı olmadığını, ilk zamanlardan beri güçlü olan İslam’ın ve Müslümanların, İslam’ı yanlış anlatan din tahripçileri yüzünden zayıf kaldığını söylüyor.

 

“Bu bir şeyi gösteriyor, yani İslam’ın bir değişim gücünün, bir değiştirme gücünün olduğunu gösteriyor. Ama İslam yanlış anlaşılırsa değiştirme gücü olmaz tabi.”

 

Turgut Özal’ın bu konuşmasına ait video Kanaltürk televizyonunda Tarık Toros'un sunduğu Merkez Siyaset programında, 19 Ekim 2010 tarihinde sansürlenerek yayınlandı. Konuşma metni de videoda olduğu gibi birçok internet sitesinde sansürlenerek yayınlandı. Turgut Özal’ın panelde yaptığı tarihi konuşmanın tamamını (full) metin olarak aşağıdan okuyabilirsiniz.

 

Turgut Özal’ın ölmeden önceki son konuşması olarak bilinen bu tarihi konuşma çok beğeniliyor. Bazıları “Vasiyet” gibi görürken, bazıları da “Gençliğe Hitabe” gibi görüyor. "20 yıl önce bugünleri olduğu gibi görmüş" diyenler de var. Bu konuşma Türk ve Müslüman milletlere oldukça faydalı dersler içeriyor.

 

 
 
 

İşte Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın tarihi konuşmasında önemli paragraflar:

 

 

“Onun üzerine kendi kendime sordum ve dedim ki; şu tarihin veya tarihi aldatmanın tersliğine bakın. Bu zata Kızıl Sultan dediler, devrine bakıldığı zaman hemen hemen hiçbir toprak parçası vermemiş, siyaseti fevkalade iyi idare etmiş, demiryollarını yapmış, okullar yapmış, birçok şeyleri var, bunları görüyorsunuz. Ondan sonra bir İttihat-Terakki gelmiş; birlik ve gelişme (!) öyle mi? 1909- 1918'de koskoca İmparatorluk, bozuk para gibi harcanmış. Doğru mu, değil mi? Birisi Kızıl Sultan, öbürleri hürriyet kahramanı (!) öyle mi değil mi? Şimdi tarih bu işi nasıl bu kadar yanlış yapabilir. Yani bu suali sormamız lazım diye düşünüyorum.”

 

“Ondan sonra Türkiye'nin sahip olduğu, işte elektrik, telefon, yollar bunların hepsi güzelde, bunların daha iyisi de yapılabilir. Ama bence bundan daha önemli olan, çok serbest bir tartışma ortamına doğru, fikir hürriyetine doğru çok süratle gidişimizdir. İnanılmaz değişiklik esas burada yapılmıştır.”

 

“Yani esas farklılaşmanın olduğu devre sanayi devrimidir. Sanayi devriminde buhar makinasını bulan, o buhar makinesini gemisine tatbik eden, demiryoluna tatbik eden, sanayisine tatbik eden batı, sanayileşmeye başladığı zaman, dünyaya hakim olmaya doğru çok önemli adım atmış. İşte bir çok Afrika ülkesini bir çok İslam ülkesini sömürge olarak kullanmasının ana sebeplerinden bir tanesi de budur.”

 

“Şimdi benim anlayışım bu dinin kendisinden, İslam’ın prensiplerinden gelmemektedir. Bu bizim onu anlayış tarzımızdan ileri geliyor.”

 

“Kur'an'ı Kerim'de düşmana karşı kuvvetli olunuz tabiri kullanılıyor. Bu bir prensip ayetidir: "Düşmana karşı kuvvetli olmak". Yani zamana ve mekana uygun, her türlü zamana ve mekana uygun hareket etmek. Ama arkasından da şu söyleniyor: “Atlı olunuz.” Tabi “Atlı olunuz” ifadesi, o günkü şartlara göredir. Allah zaman içerisinde uçakların da geleceğini bilmiyor muydu, biliyordu. Diyelim ki onu vahiy yoluyla oraya koysaydı, acaba toplum anlayabilir miydi? Yani meseleyi biraz da öyle düşünmek lazım.”

 

 

 
turgut özal
 
 

İşte 8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın vefatından önce panelde yaptığı o tarihi konuşma:

 

TURGUT ÖZAL

T.C. VIII. CUMHURBAŞKANI

 

Muhterem hocalarımız, çok değerli arkadaşlarım ve muhterem dinleyenler.

 

Tabi bu akşamki konumuz, benim özel ihtisas konum değil. Onun için size ben Sayın Mehmet Aydın,  Sayın Fığlalı ve diğer arkadaşlarımızın ifade ettiği zerafette, bu konuları anlatacak değilim. Benim konuşmam daha ziyade, genel manada olacak. Bugün burada, 1993 yılında, bu konuların rahatça konuşulabilmesinin, ben öyle zannediyorum ki, mutluluğunu herkes paylaşmaktadır. Aslında şunu söylemek lazım; cemiyetlerin, toplumların, ülkelerin ilerlemesinin sırrı nedir diye bakarsanız, bir kaç tane önemli esas söylemek mümkündür. Bunlardan bir tanesi düşünce ve düşünceyi ifade etme hürriyeti, bir tanesi din ve vicdan hürriyeti ve bir tanesi de teşebbüs hürriyetidir. Bunların olduğu bir toplumda ilerleme fevkalade başarılı ve gerektiği şekildedir.

 

Bilgisayarlarla ben biraz fazla oynuyorum, yeni şeyler de çıkmış. Mesela CD ROM; sizin müzik dinlediğinize benzer şeylerdir. Hakikaten ufacık birşey, ama o disklerin sadece bir tanesinin üzerinde aşağı-yukarı belki 150.000- 300.000 sayfalık bilgi var. Resimleriyle, sesleriyle, hareketleriyle, filmleriyle bilgiler vardır. Bir tanesini karıştırırken Amerikan Cumhurbaşkanlarından Thomas Jefferson'ın bir konuşmasını dinledim. Onun kendi sesi değil ama, meşhur bir konuşma ve bu konuşma bundan 190 yıl evvel, O'nun Cumhurbaşkanı olduğu 1800 senelerinde yapılmıştır. Bu konuşmada Jefferson, diyor ki; "Biz hepimiz kardeşiz, içinizde farklı fikirlerde olanlar olabilir. Mesela hepimiz cumhuriyetçiyiz, hepimiz federalistiz, ama içinizden öyle kimseler çıkar ki, bu fedaralizmi değiştirmek ister. Öyle kimseler çıkar ki, bu cumhuriyetin formunu değiştirmek ister. Bir nevi abide gibi, emniyet abidesi gibi, sakın bunlara dokunmayınız. Çünkü bu şekilde bir hürriyet anlayışıyla toplum ileri gidebilir.” Tabi bunları mealen söylüyorum. Bir tasavvur edin, bu söylediği yaklaşık 200 sene evvel. Şimdi buradan şu neticeyi çıkartmaktayım ki, Amerikan toplumunu geliştiren hadiselerin temelinde bunlar yatmaktadır. Çok serbest bir tartışma ortamı ve her konunun da sorgulanması.

Şimdi geçenlerde bir yerde yaptığım bir konuşmada şöyle bir sual sordum, sonrada dedim ki, acaba reaksiyon gelir mi? Mesele şuydu; başımdan geçen bir hikayeyi burada anlatacağım. 1930'lu yıllar, ben ilkokuldayım, ilkokul son sınıftayım. Tabii o zaman bizi bambaşka yetiştiriyorlar. İlkokulda okutulan bazı şeyleri, bugünkü benim yaşlarıma yakın kimseler herhalde hatırlayacaklardır. Biz bir Türk'ün on düşmana bedel olduğunu, bir Türk'ün dünyaya bedel olduğunu, ondan sonra daha birçok şeyleri öğrendik. Ama kendi ufak dünyamızda öğrendik bunları. Yani dış dünyayla hiçbir alakamız yoktu. Dış dünyayı değil İstanbul’u bile bilmiyorduk. Ben bunları okuyorum kitaptan, iyi de bir talebeyim. Rahmetli dedem o sırada bize misafir gelmiş. O da gençliğinde İstanbul'da bulunmuş, Sultan Abdülhamit zamanında. Okuduğum tarih kitabı, "Kızıl Sultan" diyor, Sultan Abdülhamit'e. Ben okuyorum, dedem de dinliyor. Döndü dedi ki; bunların hepsi yalan, size yanlış öğretiyorlar. Ben de dedim ki; dede sen mi doğru söylüyorsun kitap mı? Tabii aradan seneler geçti, biz böyle büyüdük. Aradan seneler geçti, yurtdışına gittik, yurtdışında da kaldık. Orada da bazı kitaplar okuduk. Orada da bu konularda biraz araştırma yaptık. Yurt içinde ufak-tefek, kenarda köşede, kırıntı gibi gelen, o sırada çok sarih değil bilgiler var. Baktım ki dedem haklı. Onun üzerine kendi kendime sordum ve dedim ki; şu tarihin veya tarihi aldatmanın tersliğine bakın. Bu zata Kızıl Sultan dediler, devrine bakıldığı zaman hemen hemen hiçbir toprak parçası vermemiş, siyaseti fevkalade iyi idare etmiş, demiryollarını yapmış, okullar yapmış, birçok şeyleri var, bunları görüyorsunuz. Ondan sonra bir İttihat-Terakki gelmiş; birlik ve gelişme (!) öyle mi? 1909- 1918'de koskoca İmparatorluk, bozuk para gibi harcanmış. Doğru mu, değil mi? Birisi Kızıl Sultan, öbürleri hürriyet kahramanı (!) öyle mi değil mi? Şimdi tarih bu işi nasıl bu kadar yanlış yapabilir. Yani bu suali sormamız lazım diye düşünüyorum.  Zannediyorum bu sualler soruluyor artık. Bu suallerin sorulması lazım. Bunun gibi başka suallerin de sorulması lazım. Tarihi doğru bilmeden, hep yanlış şeyleri öğrendiğimiz zaman, hakikaten gelişmemiz imkan dahilinde değildir. Ben bunu herhangi bir kasıtla söylemiyorum. Ben şu düşüncedeyim veya siz şu düşüncedesiniz diye bir tavır içerisinde de değilim. Söylediğim sadece şudur; her şeyin doğrusunu öğrenelim, herşeyi icabında sorgulayalım. Ama bunu kavga etmeden, insan gibi, yani bir anlayış içerisinde, hoşgörü içerisinde yapalım. Bunu yaptığımız zaman emin olunuz bu toplum çok ileri gider. Çünkü bu toplumun insanlarının kabiliyeti, bilmiyorum ne sebepten, hakikaten inanılmazdır.

 

Bakınız, bugün Türkiye, 1980 Türkiye'sine göre çok büyük bir değişim yapmıştır. Konumuz bu değişimdir. İşte ispatı burada; işte 1980 öncesi Türkiye neredeydi, nasıldı, fikir hayatı nasıldı, basınımız nasıldı, ondan sonra düşünce adamlarımız nasıldı, ilim adamlarımız nasıldı? İşte sağlıktan, eğitimden, muhtelif konulardan, gelin ekonomiden, her tarafı sorgulayın. 1980 nasıldı, 1990'lara geldiğimiz zaman nasıldı? Arada çok muazzam bir fark olduğunu hepimiz beraber göreceğiz. Yanı Türkiye'nin çok büyük bir şekilde değiştiğini biz bugün müşahede ediyoruz. Bu bizim gözümüzün önünde olan hadisedir. Yabancılar bazen bizden çok daha iyi görüyorlar, onu da söyleyeyim. Şimdi, mesela 1980 ile 1990- 1992 arasında 10-12 sene içerisinde bu toplumda birkaç türlü değişiklik oldu. Ekonomik değişiklik büyük ölçüdedir. Bence ekonomik değişiklik, tabii maddi zenginlik bunlar önemli, veya maddi refah. Ondan sonra Türkiye'nin sahip olduğu, işte elektrik, telefon, yollar bunların hepsi güzelde, bunların daha iyisi de yapılabilir. Ama bence bundan daha önemli olan, çok serbest bir tartışma ortamına doğru, fikir hürriyetine doğru çok süratle gidişimizdir. İnanılmaz değişiklik esas burada yapılmıştır. Hiç şüpheye lüzum yok; bu konuda olduğu gibi, her sahada ve hatta İslam anlayışı konusunda da bir değişim yaşanmaktadır. Bu münakaşalar bugün yapılmasaydı da yani 1950, 1960 Türkiye'sinde yapılsaydı bunların hepsine müşrik mi derlerdi? Ne derlerdi bilmiyorum. Eskiden size böyle isimler takarlardı.

 

Bir tanınmış düşünür olan Abdurrauf  Fıtrat diyor ki: “Üç tane İslam var: Bir tanesi halkın kafasındaki İslam, bir tanesi mollanın kafasındaki İslam, diğeri de Kur'an'ın hedef aldığı İslam". Tabi, birincisinde diyor ki, tabiatıyla halkın kafasındaki İslam'da gelenekler vardır, biraz hurafe vardır, başka türlü anlayışlar vardır. Ama mollanın kafasındaki İslam da münevver zümrenin tepesinde sallanan bir demokles kılıcıdır diyor. Tabi asıl olan Kuran'ın hedef aldığı İslam’dır diyor. O da bizim başımızın tacıdır.

 

Aslında Kur'an'ın hedef aldığı İslam; en genel anlamda ahlak ve faziletin hakim olduğu, adalet ve hakkaniyet ilkelerinin geçerli olduğu, herşeyin toplum yararına sağlıklı biçimde işlediği bir toplum nizamına ulaşmaktır. Yani temel esas buradan kaynaklanıyor. Ben de hakikaten birkaç kere Kur'an-ı Kerim tercümelerini okudum ve birçok kimselerden dinledim ki, Kuran'da hayatla ilgili, yaşama tarzınızla ilgili ferdi şeyler, toplumla ilgili konular var. Çünkü İslam,  aynı zamanda yaşama tarzıdır. Ama bir ekonomi, bir iktisat gibi düşünmeyin. Bunlar zamanla değişebilen konular olacaktır; bunlar zamanla kendine göre değişecek ve yeni konular meydana gelerek yeni esaslar belirlenecektir.

 

Tabi bu konuda da biraz sonra söyleyeceğim birşey daha var. İslamda üzerinde en çok konuşulmuş, münakaşa edilmiş ve benim de üzerinde uğraştığım konu ekonomi. Burada da faiz meselesi gelir genelde. Bunu birkaç kere sordum, anlamaya çalıştım. Hakikaten anlaması çok zor. Yanı kesin bir hükme de varmak mümkün değil; yanlış yapmaktan da insan korkuyor bir taraftan. Şimdi söylemek istediğim şu:

İslamda hüküm tabii riba olarak geliyor. Riba katlanarak alınan faiz manasına gelen birşeydir. Bir arkadaşımız birisine borç verildiği zaman, hiç unutmuyorum, Türk parası üzerinden borcunu hesap etmez de, o tarihteki altına çevirirdi. Kaç gram altın ediyorsa, ondan sonra derdi ki, "hangi tarihte ödeyeceksen, aynı gram altını veya o altının TL karşılığını o günkü değerden öde bana". Şimdi ben soruyorum, bunun içerisine bugün faiz dediğimiz, faizin bir kısmı da enflasyonun bizzat kendisidir, enflasyon girmiyor mu? Giriyor. Hatta desek ki, size borç vereceğiz, faiz almayacağız, yalnız borcumu ben dövizden hesap edeceğim. Bir kısmı mark, bir kısmı dolar. Ondan sonra yarısı dolar yarısı mark desem veya bir kısmını altın yapsam, ondan sonra size bunu versem. Hangi tarihte ödeyecekseniz, bir sene sonra aynı miktarda istiyorum. Ya aynı miktarda vereceksiniz, veya o günkü kurların karşılığında bana TL ödeyeceksiniz desem, aldığınız TL ile ödediğiniz TL arasında çok büyük fark olabilir. O da ülkenin geçirdiği enflasyona tabidir. Tabiatıyla bu konulan ilim adamlarının, din adamlarının ve bu konuları bilenlerin araştırmaları lazım.

 

Benim gördügüm birşey var, demin arkadaşlar da ifade ettiler. Aşağı yukarı; İslam 7. asırda, çıktığı tarihten itibaren 12. asra kadar hatta biraz daha ileriye kadar fevkalade başarılıymış. İslam ülkelerinin önde olduğunu görüyoruz. Bu şaşırma batının sanayi devrimini yakalayıp,  İslam ülkelerinin bundan bir nevi uzak kalmasıyla başlamış. Yani esas farklılaşmanın olduğu devre sanayi devrimidir. Sanayi devriminde buhar makinasını bulan, o buhar makinesini gemisine tatbik eden, demiryoluna tatbik eden, sanayisine tatbik eden batı, sanayileşmeye başladığı zaman, dünyaya hakim olmaya doğru çok önemli adım atmış. İşte bir çok Afrika ülkesini bir çok İslam ülkesini sömürge olarak kullanmasının ana sebeplerinden bir tanesi de budur. Ve hatta batının zenginliğinin temelinde de bu sömürme yatar. Aşağı yukarı Amerika'nın keşfinden bu tarafa önemli olan 1700'lerden sonra 18. asırdan bu tarafa. Hindistan, Uzakdoğu, Avustralya ve Afrikayı ele alanlar, Amerika kıtasında yayılanlar, neticede oradan getirdikleri zenginliklerle kendi ülkelerini daha ileri ülke haline getirmişlerdir. Bunlar gelip geçmiş olan hikayelerdir. Acaba ne oldu? Yani kafamızdaki sualin şu olması lazım. "Ne oldu da biz bu söylediğimiz zamanlarda, tabii birden bire bu 18. asırda olmadı, muhakkak ki bundan evvelki devrede bazı yenilikler var, ne oldu ki İslam ülkeleri geri kaldı?" Şimdi şunu da söylemekten hiç çekinmeyelim; Türkiye hariç birkaç tane zengin petrol ülkesi hariç, İslam ülkelerinin çoğunluğu fevkalade fakirdir. Yani bakınız 1 milyar İslam topluluğunun hemen hemen % 80'ine, % 90'ına yakın kısmı söylediğim gibi fakir toplumlardır. Acaba ne oldu? Şimdi benim anlayışım bu dinin kendisinden, İslam’ın prensiplerinden gelmemektedir. Bu bizim onu anlayış tarzımızdan ileri geliyor. Şimdi İslam, kelime itibariyle teslim olmaktır. Ben müslümanım dediğiniz zaman, siz Allah'a teslim olmuşsunuzdur. Bu manada aşağı yukarı 23 sene süren Hz. Peygamber'in devrinden sonra, çok kısa bir sürede bir yangının yayılması gibi, İslam değişimi gerçekleşmiştir. Sade o toplumu değiştirmekle kalmamış, bütün sirayet ettiği yerlerdeki toplumları değiştirerek onlara bir dinamizm vermiştir. O zamanın belki önemli aracı diyelim ki yayılma veya fütuhat dediğimiz hadisedir. İşte bir tarafı Fransa'ya kadar, öbür tarafı da Orta Asya ilerisine Çin'e kadar, bir taraftan da Avrupa'ya doğru bütün buralarda birden bire aşağı yukarı 40-50 senede yayılıyor.

 

Hendek muharebesinde şöyle bir olay var.

İlk defa Salman-ı Farisi Hazretleri Hz. Peygamber'e Hendek kurulmasını, yani Medine'nin etrafına Mekkelilere karşı bir hendek açılmasını teklif ediyor. Arapların bildiği yok. O Farslı olduğu için ondan biliyor. Ve o zamanın iki büyük devi var, bir tanesi Fars'lar, Persler; İran o zamanki İran. Kisra tabir ediliyor. Diğeri de Bizans'tır. Yani son devrenin Rusyası, Amerikası gibi. Ve Medine’deki toplum da bir çölde, Afrika'nın bugünkü tarifle, işte ufacık bir yerinde olan bir toplum. Hz. Peygamber de çalışıyor. Hendeği açarken bir büyük taşa rastlıyorlar. Taşı bir türlü kıramıyorlar, ondan sonra birkaç kere vururken birisi de diyor ki: "Kisra'nın saraylarının yıkıldığını görüyorum" Yani bunu bu şekilde birden bire düşünebiliyorsunuz. Ne kadar büyük hayal var o tarihte. Ama bunun altında bir inanış var ve nitekim hakikaten Müslüman Araplar işte İran İmparatorluğunu yıkıyorlar. Bundan çok az zaman sonra, Hz. Ömer zamanında zannediyorum, Ebu Eyüb El-Ensari ki, Hz. Peygamberi ilk Medine'ye geldiğinde evinde misafir eden zattır,  o da İstanbul civarında, İstanbul muhasarasında şehit oluyor.

 

Bu bir şeyi gösteriyor, yani İslam’ın bir değişim gücünün, bir değiştirme gücünün olduğunu gösteriyor. Ama İslam yanlış anlaşılırsa değiştirme gücü olmaz tabi. Bütün mesele işi doğru anlayabilmekte. Tabi şunu da kabul edeceğiz; Muhakkak ki, o günkü anlayışla bugünkü anlayış arasında çok fark vardır. Geçenlerde yine arkadaşların bazısıyla konuşurken bu konuda bana şunu söylediler, burada da tekrar edeceğim. Kur'an'ı Kerim'de düşmana karşı kuvvetli olunuz tabiri kullanılıyor. Bu bir prensip ayetidir: "Düşmana karşı kuvvetli olmak". Yani zamana ve mekana uygun, her türlü zamana ve mekana uygun hareket etmek. Ama arkasından da şu söyleniyor: “Atlı olunuz.” Tabi “Atlı olunuz” ifadesi, o günkü şartlara göredir. Allah zaman içerisinde uçakların da geleceğini bilmiyor muydu, biliyordu. Diyelim ki onu vahiy yoluyla oraya koysaydı, acaba toplum anlayabilir miydi? Yani meseleyi biraz da öyle düşünmek lazım. Tank alınız, hani bilemiyorum bugün uçak var, yarın bambaşka şeyler olacak, o da belli değil. Yani bu gibi konuları [Kur'an'daki örnekleri] prensiplerin dışında düşünmek lazım.

 

Önümüzdeki dönemde Türkiye için en önemli konulardan birisi de her şeyin münakaşa edilebilmesidir. Bu konuların, bugün konuştuğumuz konuların münakaşa edilmesınde hiç bir korku yoktur, hiç bir endişe olmasın. "Aman bunu söylersek başımıza şu gelir." endişesini yıkmamız lazım artık. Bu tabuyu yıkmamız lazım. Eylem yapmadıktan sonra düşüncelerin ifade edilmesinden kimseye bir zarar gelmez. Zaten serbest pazar teorisi de bunu getirir. Açık söyleyeyim. Serbest pazarda mallar ortaya, pazara geliyor. Orada beğeniliyor, beğenilmeyen eleniyor. İyisi ortaya çıkıyor, bir rekabet ortamı var. Fikirlerde de böyle olması lazım. Fikirlerde de rekabet gelecektir. Hangi fikir iyidir, hangisi doğrudur, kamu vicdanı bunun eninde sonunda doğrusunu bulacaktır. Belki başta yanlışını da bulur, onu da söyleyeyim. Yani bir müddet yanlış da gidebilir. Olmuştur da, çok propagandayla, bir takım reklamlarla, doğru olmayan bir fikir de piyasada bir müddet geçerli olabilir. Ama eninde sonunda doğru olan fikir hakim olur. Ve başkaca da bir yolu yok bu işin. Yani birisi, bunun hangisinin doğru olduğuna karar versin dediğiniz zaman, yanlış yaparsınız. Onu yapacak olan gene o fikirlerin pazarıdır. İnsanların tercihidir. Ve tabi şu noktanın çok önemle üzerinde duruyorum. Değişimin temelinde kaliteli insan gücü yatıyor, açıkça söyleyeyim. Yani bugün eğer biz bu noktaya gelmişsek, bugün bazı şeyleri münakaşa edebiliyorsak, bu serbestliğin sayesindedir. Baktım, dikkat ettim, bu münakaşaları yapanlar işte 50' lerde mezun olanlar, 60' larda mezun olanlar. Yani Cumhuriyetin belli bir süresinden sonra, o devrenin geçmesinden sonra, daha sıhhatli konuşma imkanına veya bilgi birikimine sahip olan bir nesil vardır.

 

Şimdi başka müjdeli bir taraf daha söyleyeceğim. Bundan sonra gelen nesillerin, çok daha iyi geldiği kanaatindeyim. Yani bizlerden daha iyi yetişen çok daha iyi bir nesil, nesiller geliyor. Şahsen benim ümidim o nesiller. Yani tahmin edemeyeceğiniz kadar bu genç nesiller bu ortamı, daha iyi bir ortamı, meydana getireceklerdir. Bu bir kültür ortamıdır, bu bir anlayış ortamıdır. Hatta bir düşüncem daha var. Şu düşüncede olabilir insanlar, bu düşüncede de olabilir, ama eninde sonunda birbirlerine bir yaklaşma olacağını zannediyorum. Yani birbirlerine karşılıklı anlayışın daha fazla hakim geleceğini zannediyorum. Bizim bir zamanlar yaptığımız lüzumsuz münakaşalar veyahutta kavgalar diyeyim, münakaşalar olabili, onların da ortadan kalkacağını zannediyorum. Bir zamanlar, oturduk başı örtülü kızlarımızı üniversite kapılarından kovalamaya. Hala da var, tahmin ediyorum. Bunlar yanlış işler. Türkiye bu kadar ilkel olmamalı, olamamalı. Meseleyi ben bir inatlaşma meselesi olarak görmüyorum. Açıkça söyleyeyim size. Yani bunu daha ziyade bir anlayış, bir insanlara saygı, insanın kararına hürmet diye görüyorum. O kendi inancıdır, o inanca hürmet etmek lazım diye düşünüyorum. Onu yaptığınız zaman, diğer taraftan başka birisi başı açık geziyorsa ona da karışmayın. Ona da birşey deyemezsiniz. Neticeyi böyle bağlamak lazım.

 

Tahmin ediyorum bu yeni nesiller bu bakımdan birbirlerini daha iyi anlayacak nesiller olarak görüyorum, Yani ne kadar eski yetişmiş, belli şartlar içerisinde yetişmiş nesillerin bıraktığı bir takım izler varsa, o izler zaman içerisinde kaybolacaktır. Yerine çok daha  çalışkan, hakikaten bilgili nesiller gelecektir. Bu anlayış içerisinde Türkiye'de demin de Mehmet Aydın Bey’in ifade ettiği gibi, laiklik anlayışı da herhalde daha başka türlü anlaşılacaktır. Bir çok münakaşası yapılan o konunun da, yerli yerine oturacağını tahmin ediyorum. Ama  konuşmadan, müzakere etmeden. tartışmadan hiçbir şey yerli yerine oturmaz. Yani muhakkak bu konu münakaşa edilmelidir. Bundan korkacak hiç bir şey yok. Ben böyle düşünüyorum, sen böyle düşünüyorsun, doğrusu budur diye bir kanaate varmak lazım. Başka ülkelerin nasıl yaptığına bakmak lazım. Bütün bunların sonucunda muhakkak bu meseleler de bir düzene, doğru yerine oturacaktır diye düşünüyorum.

 

Türk toplumu aslında çok önemli aşamalar yaptı. 1990'lı yıllara girdiğimizde demin ifade ettiğim çok büyük değişikliklere sahne oldu. Bu değişiklikleri hakikaten büyük bunalımlara girmeden hazmettik. Yani başka toplumlarda böyle değişiklikler, çok büyük bunalımlar meydana gitirdi. Biz bu değişimi dengeli bir şekilde hazmettik. Ne bileyim işte telefonundan, televizyonuna kadar, o kadar büyük değişiklikler var ki, toplum hayatından, bilgisayarlarına kadar, çok önemli değişiklikleri biz hakikaten kısa zaman içerisinde anladık ve realize ettik. Ama önümüzdeki dönemde de bunların yapılması lazım. Yani ben değişimi çağa ayak uydurma, hatta çağın önüne geçme diye düşünüyorum. Eğer bunu yapamazsak, yani çağın gerisinde kalırsak, işte vaktiyle bütün İslam toplumu da dahil, Osmanlı toplumunun düştüğü duruma hep beraber düşeriz. Mehmet Akif'in bu konuyu 1913 senesinde anlatan bir şiiri var. Yani o zaman toplumun düştüğü durumu anlatan bir şiiri var. Bir kısmını ezbere biliyordum. Tekrar etmeye çalışacağım. Diyor ki:

 

İşiniz düştü mü tersaneye yahut denize,

Mutlaka adetimizdir, koşarız, İngiliz'e.

Bir yıkık köprü için Belçika'dan kalfa gelir,

Hekimin hazıkı bilmem nereden celbedilir.

Hani tezgahlarınız nerede? Sanayi nerede?

Ya Brüksel'de, ya Berlin’de, ya Mançester'de!

Mesela bütçe hesabatını yoktur çıkaran,

Hadi maliyeye gelsin Mösyö Locan.

 

Yani bu şeyler, demek ki Türkiye'de o tarihte, 1911-12 olması lazım, hemen hemen hiç bir şeyin olmadığını bu şiir açık bir tarzda gösteriyor. Bugün Allah'a çok şükür bu meselelerin çoğu Türkiye bakımından aşılmıştır. Hatta İslam ülkeleri arasında da Türkiye en önde gelen bir mevkiye sahiptir. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Hatta şu etrafımızda eski komünist ülkeler de dahil, onlardan çok daha mümtaz bir konumdayız. Bunu da herkesin bilmesi lazım. Ama bu da kafi değil. Bu değişimi devam ettirmek lazım ve pozitif olarak devam ettirmek lazım. Bir on sene kafi değil. Önümüzdeki on sene içinde, 21. asra çok daha güçlü girmemiz lazım. Tabi bu konular sadece ekonomi, ondan sonra alt yapı v.s. sahalarında değil, bilim hayatında, fikir hayatında, kültürde, sanatta, bir çok dallarda olması lazım. Bana öyle geliyor ki bunun potansiyeli Türkiye'de var. İnanılmaz derecede bu potansiyel var.

 

Size bir misal vereceğim. Bakın insanın kabiliyeti nasıl, ne kadar kolay gelişiyor. Nasıl ne kadar engelleri aşmaya çalışıyor. Bizim tekstilcilerimiz dünya pazarına hiç girmiyorlardı. Yani bundan on sene evvel biz ne kumaş ihraç etmesini biliyorduk, ne de konfeksiyon ihraç etmesini biliyorduk. Fuarları hiç görmemiştik. İnsanlar, dışarıdakiler gelir, burada İzmir Fuarında mallarını gösterir giderlerdi. İşte bu kadar. Ondan sonra da burda mallarını satar giderlerdi. İş değişti, hepsi dünya pazarına çıktılar. Şimdi tabii gözleri hep fuarlardadır. Fuarlara gidip orda mallarını göstermektedir. Almanya'da fuarlara sokmuyorlardı. Yolunu buldular, kavga ettiler, gürültü ettiler, hepsi fuarlara gittiler. Şimdi zannediyorum Almanya'daki bazı fuarlarda en büyük standlar Türkiye'ye, yani Türk özel sektörüne aittir. Fransa'da geçende birisi geldi, dedi ki, bizi sokmuyorlar Fransız fuarlarına. Ee, ne yaptınız dedim. 2-3 senedir biz de şunu yapıyoruz dedi. O fuar olduğu zaman, tabi çok büyük, çok firmalar geliyor, alıcılar geliyor. Dışarıda, Paris'in dışında bir yerde, büyük salonlar var, orda yapılıyor. Biz Fransa'da bir otelle anlaşıyoruz, büyük bir otelle, onun salonunda kendi fuarımızı kuruyoruz. 7-8 tane Türk Firması gidiyor, parayı veriyor, ondan sonra öbür fuarla aralarında da bir otobüs buluyorlarmış. Orda olanları getirip burayı gezdiriyorlarmış. İki senedir bu işi yapıyorlarmış. Bu şunu gösteriyor; yani ben bu işi yaparım. Bu sene kavga çıkmış. Fransız bakmış ki müşteri o tarafa doğru gidiyor, bu otellerle anlaşması varmış. Bu fuar olurken hiç bir yerde fuar yapılamayacak diye. Bu sene onların başlarına problem getirmiş. Ama onu da aşarlar. Yeni formülünü bulacaklardır. Söylemek istediğim, bu Türkiye'deki insanın nasıl değiştiğini, şu geçtiğimiz 10 sene içinde nereden nereye geldiğini gösteren çok tipik bir misaldir.

 

Ben bu değişimin devam edeceğine inanıyorum. Tabii ki sizler özellikle bu dini konularda yeni anlayışları getirebilirseniz ve bu işte de hiç korkmadan çekinmeden çalışırsanız, toplumun birbirine daha fazla intibak etmesine yardımcı olacaksınız. Çünkü hala bu toplumda eskiden gelme “bu dindardır, ayrı bir gruptur”, “bu dindar değildir, bu da ayrı bir gruptur” gibi telakkiler vardır. Bizim bu telakkileri yıkmamız lazım. Yani dindar veya değil, bu toplum bir toplumdur netice itibariyle. Her toplumda da biraz fazla dindar olan olur, biraz az dindar olan olur. Bunları daha fazla birbirinden ayırmak değil, yaklaştırmak lazım. O yaklaştırmanın yolu da bu söylediğim fikrin ayırmaya giden bir tefsir ve anlayışa değil, yaklaştırmaya doğru giden, çağa uygun bir anlayışa doğru yaklaşmamızla mümkündür. Bunları bilhassa ifade etmek istiyorum.

Hepinize çok teşekkür ederim.

 
mehmet şevket eygi yazısı allah cezanızı versin
 
 
diyanet vakfı skandal yarışma bilim fen